6 Ocak 2009 Salı

Zaman...Gece...

Zaman başdöndürücü bir hızla geçiyor. Geçen sene bu ayda kalmışım ben oysa. Son doktor kontrollerine gittiğim, dışarıya elimi kolumu sallaya sallaya çıkabildiğim son günlerde. Elif şimdi 11 aylık ve ben tüm zamanımı ona adamışım bile.

Zaman oyunlar oynuyor bana. Bazen saatlerin, bazen günlerin nasıl geçtiğini anlayamıyorum. Bazen seneler birbirine karışıyor. 

Gece, tam tersine uzun. Bereketli. Dayanabildiğim zamanlarda sessizlikte kendimi dinlemek güzel. Eski ben olmak güzel. Her gece kararlar alıp, planlar yapıp, notlar hazırlayıp ertesi sabah hiçbirini hatırlamamak güzel :). Hatırlasam bile yapamamak, ertesi gün için hazırladığım bir listeyi 1 haftada yapamadığımı görmek daha da güzel. O bir haftanın nasıl geçtiğini anlamamak ise şahane.

Sanırım zaman oyun oynuyor benle.

11 Ağustos 2008 Pazartesi

Menekşe/Menevşe -2

Moru hep sevmiş, sıcak bulmuşumdur; her ne kadar depresyon rengi olsa da...
Mor menekşelerimle ilgili yazı bir seneyi aşkın süredir yarım kaldı. Oysa o kadar güzel bir vuslat yaşandı ki... Kısaca özetlemek gerekirse:

Eninde sonunda menekşe hakkında yazmak benim için kaçınılmazdı. Asıl süpriz ise Zinnur Hanım'ın bahsettiği menekşe şurubuydu. Eşim Fransa'ya gidiyordu, ve siparişler bulunmuştu! Toplantılardan arta kalan tüm zamanında, yanına arkadaşlarını da katarak mağaza mağaza dolaştı, şurup aradı. Umudu kestiğimiz bir sırada ben internetten hangi zincir markette satıldığını öğrendim. Neyse ki yakınlarında bir tane vardı da menekşe şurubuna ulaştık.


Fransa'dan gelen pakette şurubun yanısıra daha büyük bir süpriz olmak üzere, menekşeli yoğurt, menekşe şekeri ve menekşe reçeli vardı. Reçeli açmaya hala - evet hala kıyamadım.


Yoğurtlar eninde sonunda bozulacaktı, mecburen yedim - tadı biraz hayal kırıklığı oldu.
Şekerleri ağzınıza aldığınız anda menekşe tadını/kokusunu alıyorsunuz. Daha ne olsun.
Şurup ise kullanmakla bitecek gibi değil. Acilen yeni tüketim yolları keşfetmeliyim. Hem de yazmaya mevzu çıkarmalıyım.
Şimdilik dolapta durmaları yeterince sevindirici. Son kullanma vakitleri yaklaşsa da...

Bu kısa yazıda morun beni mutlu ettiğini, onu ne kadar sevdiğimi söylemiş miydim? Şirin değil mi ama?

8 Ağustos 2008 Cuma

Tembelliğimin son haddindeyim.
Son bir aydır her gün kafamda yazılar yazıyorum bloguma. Konular, fotoğraflar, her şey tamam. O kadar gerçekçi ki, "yazmışım kadar" oluyor.
Kahvemi sabahın ıssız saatlerinde içerken, serin ve temiz hava dibimdeki pencerenin tüllerini havalandırırken, bir neşe kapladı içimi. An o andır, başlamak lazım tekrar.
Tüm iyi niyetimle....

10 Mayıs 2007 Perşembe

Menekşe/Menevşe -1

Kadim dostumdan bahsetmek taa baştan aklımdaydı. Fakat, hesapsız bir zamanda, sürpriz bir şekilde gelişen ve sürpriz bir şekilde sonuçlanan olaylar dizisi yaşandı. Bu durumda benim gösterişsiz hikayem gölgede kalmasın diye evveli-ahiri 2 kısım bir yazı yazmak en iyi çıkar yol gibi göründü.
Ne demiştim? Kadim dostumdan bahsetmek en baştan beri aklımın bir köşesindeydi. Morla yeşilin muazzam uyumunu gözler önüne seren, baharın enfes kokulu üç güzeli zambak, leylak ve menekşenin en mütevazisi menekşe/yaban menekşesi. Kışın hemen sonunda, güneş ışığı gören yamaçlarda belirmeye başlayan, toprak daha kendini bırakmamışken yaprak yaprak yeri kapatan ve en sonunda da o minicik, mis kokulu çiçeklerini açıp yapraklarının arasına gömen menekşe. Mütevazi ya, çiçekleri henüz kimse bahara uyanmamışken görünüverip çok çok 1 ay içinde ortadan kaybolur. Her sene gücenirim, söylenirim arkasından, duyar mı bilmem.

Menekşeli ilk anılarım 4-5 yaşlarıma ait. Bir oda: dedeme-annemin dedesine ait, sadece misafirlere ve kendisine açılan, aklımda loşluğu, minderleri, oyma dolapları, bir penceresindeki küçük ceviz dolabı ve şimdinin şöminesi, zamanının ocağı ile mütevazi bir köy odası. Ve ocağın üstündeki ufak rafın yegane 2 misafiri: bir kavanoz pul biber - dedem ara ara ekmeğin arasına ekeleyip yerdi- ve mevsiminde bir fincan menekşe (Menekşenin sapı kısa ve incedir. Kocaman bir demet topladığınız zaman bile bir fincana rahatlıkla sığacaktır).
Güneşin sadece değdiği yerleri ısıtabildiği ilk-bahar günlerinde, kuzuları otlatmaya çıkan teyzemin peşine takılır, bahçelerden menekşe toplar, bir zafer edasıyla dedeme götürürdüm. Boş çevirmezdi minik buketteki umutlarımı, teyzem 3-4 katını toplamış olsa bile benimkiler onun için daha mı kıymetliydi ne!
Ben mevsimlerin geçişini farkedemeyecek kadar büyüdükçe, ve daha kötüsü, mevsim geçişlerini farkettirmeyecek kocaman kocaman, taştan betondan şehirlerde sürüklendikçe menekşe de dedem de çocukluk da hasret oldu içimde. Annem yetişti imdadıma. Evimizin bahçesine, güneş gören kuytu bir köşeye menekşe dikti. Her bahar telefon ediyor artık, menekşelerin açacak, gel diye. Gidemediğim zamanlarda, annemin gönderdiği koliden bir demet toplanmış menekşeyle 2-3 tane saksıda yetiştirmem için kök menekşe çıkıyor.
Senenin 11 ayında hasret kalmamak için en başta parfümünü aradım bu güzelin. Bulabildiğim tek parfümü almış olsam da menekşeyle uzaktan yakından alakası yok. Sonra, menekşe kolonyasına çevirdim gözümü. Sanayileşmenin garip cilvesi standartlaşma çıktı karşıma, menekşe kolonyasını bulmak istiyorsan kolonyacı bulmalısın dedi. Üşenmedim, sırt çantamı takıp Eminönü'ne gittim. Birkaç kolonyacı dolaştıktan sonra buldum menekşe kolonyasını. Evimin en korunaklı köşesinde, ama hep gözümün önünde duruyor şimdilerde. Açıp da kokusunu çekince içime, ister istemez bir gülümseme yayılıyor yüzüme.

3 Mayıs 2007 Perşembe

mmmm makarna.....




"Elimizin altında ne varsa" uygulamaları kapsamında "tezgahın üstündeki her şey serbest" konulu bir çalışmanın çok lezzetli sonucu: Ispanak-mantar-taze soğan soslu mmmakarna.
Yarım paket makarnayı az tuz ve zeytinyağı ile biraz diri kalacak şekilde haşladım.
Ayıklanıp ıslanmış, gökten bir melek inse de beni yıkasa diye leğende sabırla bekleyen ıspanaktan yaklaşık 3 kocaman kökü -yapraklarını elbette- doğradım. Boynu bükük göz kırpan taze soğana 2 tane de dolaptaki arkadaşlarından ekleyip ıspanakların yanına yolladım. Eh, 3-4 tane de mantar ekleyince ekip tamamlandı sayılır. Tavaya bakınırken, az önce kuzu köfte için kullandığım, kimilerine göre 'yağlı:yıkanmalı'; bana göre 'ne lezzetli olmalı' tavayı farkettim, tüm doğradıklarımı içine döktüm. Malum, kuzu yağlı olduğu için içinde yeterince yağ vardı. Normalde biraz zeytinyağı/sıvıyağ ve isteğe göre biraz et suyu ilavesiyle yakın tatlar elde edilebilir. Sebzeleri de hafif diri kalacak şekilde yaklaşık 8 dakika kısık ateşte kavurup kırmızı biber ve fesleğen ile tatlandırdım.
Mütevazi makarnanın başına sebzeden tacını geçirince yüzü güldü. Şımartma eşimin marifeti; ketçapla mayonez. Hem makarnaya, hem kendimize torpil...

30 Nisan 2007 Pazartesi

Siz pırasayı nasıl seversiniz?

Ben her halini severim. Çorbasını, yemeğini, böreğini, gözlemesini, yumurtalı kavurmasını, Tire usulü çiğ salatasını.... Ne yazık ki eşim aynı fikirde değil. Belki de “Yemem” dediği nadir yiyeceklerden birisi. Hal böyle olunca evleneli beri ayrı düştük pırasayla. Ara ara kendim için yarımşar kilo alıp yaparken eşim de ucundan köşesinden yemeye başladı (evet, tabii ki psikolojik baskı yaptım). Bir müddet sonra farkettim ki kendim için aldığım yarım kilodan ben yiyemiyorum. Şimdi pırasa daha çok ve korkusuzca pişiriliyor – ama hala sık değil. Ve itiraf ediyorum, eşimin beni hoşnut etmek için mi yoksa cidden sevdiği için mi yediğini hala anlayabilmiş değilim.

En lezzetli pırasa zeytinyağlı olanı olsa gerek. Ben bu sefer yanına en az kendisi kadar kışkırtıcı kokusu olan kereviz sapını koydum. Tadı katmerlendi adeta....

Malzemeler
1 kilo pırasa
1 büyük havuç
1 kereviz sapı
1/2 çay bardağı pirinç
Nane
Tuz, şeker
Zeytinyağı

Pırasanın tamamını, havucu ve kerevizi tencereye doğradım. Az tuz ve zeytinyağı ekledim. Hafif kavrulunca tencereye olmazsa olmazı nanesinden bol bol döktüm – yaklaşık 2-3 tatlı kaşığı. Bir su bardağı kadar da su ekleyip pişmeye bıraktım. Suyunu biraz çekip pırasalar da kendini bırakınca şekerini ekledim. Yemeğin olmasına yakın, en son, ben pirincini hafif dişe gelir halde sevdiğim için, pirinçleri ekleyip 7-8 dakika sonra altını kapattım.

25 Nisan 2007 Çarşamba

Beklenti

Neden en hazırlıksız zamanlarında mutlu olur ki insan? Yoksa beklenti midir / beklemek midir insanı mutsuzluğa sürükleyen, umutları tüketen ?
Bahar gelir de, kırlara bayırlara çıksam diye umarsınız. Çiçekten gelinliğini giymiş ağaçları seyretsem doyasıya, pırıl pırıl çiyleriyle yeşilin en güzel tonundaki çimenlere otursam, bir kaç papatya koparsam, gelincikler gülümsese bana. Farkında değilsinizdir bunları düşünerek yanından geçtiğiniz erik ağacının, boş arsadaki papatyaların, apartmanın bahçesindeki leylağın. Oturduğunuz bankın hemen yanıbaşındaki çimenlerdir aklınızdaki de bilemezsiniz o an. Sınır yoktur aslında mutluluk için, eşik yoktur; sınır sizin kafanızda çizilmiştir anca...
Baharı sanki çok uzaklara gidip de yaşamam gerekmiş gibi / bahar sanki kapımı çalıp da "haydi geldim, seyreyle beni" demeliymiş gibi düşünürken ben, günlerden bir gün, hiç de aklımda yokken, üstelik bir sürü de işim varken kendimi-zi yollarda buldum-k. Bir çay içme niyetiyle... İstanbul'un en sevdiğim seyir yolu olan Beylerbeyi - Çengelköy - Kandilli - Beykoz hattını seçtim gene. Bana sorarsanız İstanbul'da baharın üssü burası. Beylerbeyi Sarayı'nın yanından geçmek üzereyken bari bu sefer girelim dedik. O da elimizin altında ama sınırımızın dışında yerlerden birisi çünkü. Kapıdan içeriye adım atmamla ayrı bir dünyaya daldım, Alice misali. Çok güzel avlular, çok güzel ama bir o kadar da mahzun bir saray... Ama Beylerbeyi başka bir yazıya...
Saraydan sonra planladığımız yolu takip edip, adını çok duyduğumuz Kandilli'deki Alperenler Cafe'ye gittik. Sıradan bir gün, İstanbul için çok da sıradışı olmayan bir deniz manzaralı çay bahçesi/cafe, sıradan bir çay. Şehirden ve kendimden çalınmış çok kısacık - belki 40-45 dakikalık zaman'cık' benim için bu baharın en güzel hatırası olmaya aday. Güzel bir sohbet, gözüme giren güneş, ona inat sırtımdan vuran soğuk, eşimin sahanından çaldığım menemen -ki aramız iyi değildir kendisiyle, hemen yan tarafımda oltasına balık vuran amca, uzaklardan hafif hafif seçilmeye başlayan erguvanlar, deniz, deniz, deniz.

Diyeceğim o ki, sen, oradaki, okuyorsan bu yazıyı, hala vakit varken, sıcaklar bastırıp da bahar kaçıp gitmemişken, içinde hala kelebekler dolaşıyorken... önünden geçtiğin büfeden bir çay al, meyve suyu al, otur ve 10 dakika seyret: insanları, kedileri, en yakındaki ağacı, betonların arasındaki minicik boşluktan baş veren otu. Yanından geçtiğin parktaki banka otur 5 dakika, kitabını aç, bir sayfa oku. Arada başını kaldırıp bak. Bak ki senin dünyana girsin bahar. Otobüsteysen laleleri seyret, vapurdaysan erguvanları tara. Çok değil bir ay sonra şaşıracaksın, bahar ne zaman geçti diye, benden söylemesi.